12 Temmuz 2013 Cuma

Denizlere Çıkar Sokaklar / Komünal

1. 

Haziran İsyanını yaşayan hepimizin hafızasına farklı anlarda nakşolmuş belki yüz binlerce hikâye birikti. İster doğrudan tanığı olalım, ister işitelim, ister medyadan öğrenelim, bu hikâyeler artık benliğimizin ayrılmaz birer parçası haline geldiler, onlar sayesinde kolektif bir anlatının, ömür boyu bizi şekillendirecek ortak bir deneyimin parçasına dönüştük. Bu anlatı yekpare bir anlatı değil, çok parçalı, hatta çok sesli bir anlatı. Kolektif olarak büyüyen ortak bir anlatı; yazılmaya devam edilen her deneyimle farklı şekiller alabilen tekil anlatıların çokluğu. 




Bu kolektif anlatı zaman içinde ha bire yeniden biçimleniyor, çünkü hareketin içinde eylemler devam ettikçe yeni bölümleri yazılıyor, bizleri sürekli yeniden biçimlendiriyor. Hikâye büyüyüp daha çok insana mâl oldukça kolektif anlatı ortak bir mite, ortak duygular inşa eden bir şiire, gerçekliği yeniden kuran bir kurmacaya, gelecekteki bir ütopyanın ya da bir devrimci kalkışma ânının ilham verici imgesine dönüşüyor. Hikâye, hem gündelik deneyimi hem politik pratiği biçimlendiren bir tasavvur olarak hep yeniden yazılıyor. Eylemlerimizi, düşüncelerimizi, siyasete dair kavramlarımızı yeniliyor. Artık önceden elimize tutuşturulmuş senaryoların figüranları olmak zorunda değiliz.

2. 

Her ânında içinde bulunmamıza rağmen, hikâyenin farklı anlatımlarını dinledikçe, daha önce görmediğimiz fotoğrafları, videoları gördükçe, üzerine okudukça, yaşananın düşündüğümüzden de büyük, daha kapsamlı, daha görkemli bir tarihsel kopuş, bir sıçrama olduğunu anlıyoruz. Direnişin başından beri Gezi parkı ‘geçici otonom Bölgesi’nde ve Taksim Meydanı’nda, sokaklarda, eylemlerde geçirdiğimiz tüm anlar boyunca, en aklı başında hallerimizdeyken bile "makul" vatandaş profilinin dışına çıkan, deliliğin en güzel hallerini, bir gerçeklik değişimini yaşadık.


Henüz bir aydan biraz uzun bir süre geçse de çoğumuza daha uzun gibi geliyor. Sanki ömrümüz uzamış gibi. Hareket şekil değiştirerek devam ediyor, gündem sürekli yenileniyor ve bir gün önce moral bozucu bir gerileme yaşadığımızı düşünürken bir sonrakinde büyük bir kazanım duygusunu hâkim kılacak bir atılım an meselesi. Artık iktidar adımlarını bize göre atıyor. Direnişin sıcaklığı, çatışmalar, devlet şiddeti, faşist saldırılar dinmedi, ancak kimse yılmıyor. Şehirler her an, her gün sokaklara yeniden çıkıyor, devlet iktidarı bugüne kadar görülmedik bir çıkmazın içine girdiğinin farkında.

Bu yüzden hâlâ şaşırabiliyoruz, hayret edebiliyoruz, bizzat içinde olduğumuz halde bazen inanmakta güçlük çekebiliyoruz, çünkü muazzam şeylerin hangi anda yaşanacağı önceden kestirilemiyor. Hâlâ bazen ‘bunları yaşayan sahiden de biz miydik’ sorusunu sorabiliyoruz. Bir romanda okumuş ya da filmde mi izlemiştik yoksa? Daha önce gerçekleşmesi düşünülemeyen şeyler nasıl birer birer mümkün olabiliyor? Hiç bir şey salt akılla bütünüyle anlaşılabilir gibi değil Haziran İsyanıyla başlayıp devam eden bu hareketin içinde. Verili gerçeklik düzleminden bir süreliğine çıktığımız bilinçli bir toplu delilik hali gibi. Hayal gücünün zincirlerinden kurtulduğu ve aktığı bir patlama. Öyle ki gerçeklik sadece verili değil yeniden kurulabilen bir şey olarak, bir daha geri dönmemecesine değişti.




3. 

Şaşırtmaya devam eden başka bir diğer şey ise neredeyse her gün eylem yapmanın, bazen görkemli yürüyüşler yapmanın, forumlara gitmenin, polisin sert müdahale edeceğini bile bile riski göze almanın, harekete yönelik her yeni saldırı ya da bir kaybın ya da gözaltıların karşısında yeniden güçlenerek toparlanmanın sıradan hale gelmesi, herkesin bu değişken duruma karşı devamlı diri olması. Sanki eskiden beri hep yaparmışız gibi, keyifle parklardaki forumlara gitmek her zamanki gündelik buluşmalarımızın yerini aldı! Harekete yapılan her saldırıya karşılık yeni bir direniş hattı örerek günü geçirmek yemek-içmek kadar doğal ihtiyaçlarımız arasında artık! Özgürce eylemlerde sokakları arşınlamanın, gece sabahlara kadar parklarda bulunmanın tadını aldık ve kolay kolay bırakacak gibi de görünmüyoruz. Sadece bir neşe patlaması değil, öfkenin de süreklilik göstermesi söz konusu.


Sahi nasıl oldu? Bu kadar kolaylıkla benimsediğimiz, sanki ezelden beri hep böyleymiş gibi hiç yabancılık çekmeden yaşamaya başladığımız bu yeni hayatın tüm hücrelerimizi bu kadar kolaylıkla canlandırmasının sebebi neydi? Özgürleşmeyi, çoğullaşmayı, kolektif olmayı bedenlerimizin bu kadar kolay tanıması sorularımızı da değiştiriyor. Artık hayret ettiğimiz şey insanların neden isyan ettiği değil, neden itaat etmeyi seçtikleri oluyor. Yürüyerek ilerlerken bir yandan geriye bakıyoruz, bizim yeni bakışlarımız tarihi yeniden yazıyor. Haziran İsyanıyla yalnızca şimdiyi ve geleceği değil geçmişi de değiştiriyoruz. Bugüne kadar tarihi kendilerine göre yazmış egemenlerin elinden geri alınıyor tarih. Bu tarihin sayfalarında kalmış eski bir fotoğraf gibi duran kendi eski suretlerimize bakıyoruz. İsyandan önceki hayatlarımızdaki duygulanımlarımızı, kendimize ait sandığımız yaşantılarımızı hatırladığımız anda, kendimizdeki değişimi görmemiz çok önemli.

Eski “ben”lerimize, kolumuzu kaldıramayacak, yan yana gelemeyecek kadar güçsüz düşürülmemize bakıp, şimdi içinde yaşadığımız dünyadaki görünmeyen, ama yaşamın her ayrıntısını belirleyen iktidar mekanizmalarını, bedenlerimizden kolektif olarak uzaklaştırmaya başladığımız bu mekanizmaları tanımaya başlayacağız. Bu mikro mekanizmaları tanımak, en büyük iktidar mekanizmalarının temel amacının bedenlerin kılcal damarlarına tutunmak olduğunu bizlere gösterecek. İktidarın çimen köklerini en büyüğünden en küçüğüne tanıyabileceğiz. Bu artık sadece bilişsel bir tanıma olmayacak, bilişsel kudretlerimizi bedenimizden ve eylemimizden ayıran zemini yıkmanın olanağının içindeyiz. Bilişsel kudretlerimiz eylem zemininde kendini keskinleştirip eylemlerimizi de güçlendirecek. İktidarın söz ile eylem arasına bariyer olarak yerleştirdiği uslu, korkmuş bedenlerin direnişle silkinip harekete geçmesiyle beraber, eleştirinin kılcal antagonizmalara işaret edip barikatı hemen kurduğu bir söz-eylem zeminindeyiz.

Konuşa konuşa yürüyoruz, bu halimizi hiç yadırgamadık, yüzlerimizin bu halini rüyalarımızda görüyorduk. Neden diye soruyorsak cevabı bildiğimiz için soruyoruz. Direniş iktidarlardan önce gelir; düz tarih çizgisinde bir kronoloji meselesi değildir bu. Tüm iktidarların isyanları ve direnişi engellemek için kurulduğu, iktidarın direnişe göre kendini biçimlediği gerçeğinin açığa vurulmasıdır. O yüzden hiç yadırgamadık halimizi, yadırgadığımız şeyin iktidar olduğunu sadece zihnimiz değil bedenimiz biliyor artık. Damağımız bu yüzden şenlendi. Direniş hayatın etrafında aktif bir şekilde savunma hattını, maddi manevi barikatları örerken kudretimizi arttırır, direniş hayatın ta kendisi olur, neşesi bundandır. İktidar daima direnişin peşinden gelir, reaktiftir, daima direnişe bir cevap üretmeye çalışır, sonradan keyfi kaçandır, bu yüzden nemrut, bu yüzden suratsız, bu yüzden kibirli ve kederlidir.

4. 

Daha sonra şu soru takılıyor aklımıza: Acaba direnişin en yüksek noktasını yaşadık mı? Ya daha da sarsıcı anlar birikiyorsa şimdiki zamanın içinde? Olay bitti mi, yoksa devam mı ediyor? Olayın hâlâ içinde miyiz? İsyan bir anlık bir patlama mıdır? Uzak gelecekte anılarına tutunacağımız, iç geçirerek dönüp bakacağımız bir “geçmiş” olarak, bir gençlik deneyimi olarak mı kalacak? Peki ya kimilerinin sandığı ya da göstermek istediği gibi tekrarlanması düşünülemeyecek tek seferlik bir olay değilse? Ya bu olayın mümkün kıldığı yeni öznellikler, bu olayın içsel vaadine sadık kalmayı günlük siyasal eylemi kuran büyük bir dava haline getirmekteyse? Ya bu olayın vaadi, yavaş yavaş açılıp serpilir de kendisini tüm gündelik hayatın içine, kültürel yaratımların içine yayarsa! Ya bizi yeni bir biz yapmayı mümkün kılan olaya duyduğumuz sadakatin tüm öznelliğimizi yeniden kurmasına bizzat artan kudretimizle biz çabalarsak? Aslında hali hazırda görünürdeki bütün iniş çıkışlara, geri çekilişlere, dönemeçlere tekrar yükselişlere hızlanma ve yavaşlamalara rağmen olay sürüyor. Haziran İsyanı, bitmiş gibi görünebilir, ancak isyanın açtığı hakikat süreci, isyanın mümkün kıldığı yeni özneler, eylemin içinde bu olayın peşinden siyaseti yeniden tanımlıyorlar. Kuşkusuz örgütlenme de artık eskisi gibi olmayacak. Bizler hâlâ bu devam eden olayın içindeyiz, Kolektif eylemin verdiği bilgece sezgi ile hep söylendiği gibi “Bu daha başlangıç!”


5.


Yeni bir hakikat süreci açıldı. Tarihsel süreklilikte bir kopuş meydana getiren olay, geçmiş zamanın büyük olaylarının vaatleriyle beraber geri gelmesini de mümkün kılar. Daha önceki her büyük olayın geçmişe gömülü duran vaatlerini aktif bir şekilde yeniden hatırlatan ve yeni vaatleri beraberinde getiren bir canlanış, bir geri kazanma uğrağı. Geçmişin görünürdeki her başarılamamış devrimci mücadelesi, bir sonraki uğrağa taşınarak, soruları yeniliyor. Süreç geçmişin devrimci sorularını tekrar sorduruyor ve yeni devrimci sorular yeni çözümler arayışına yol açıyor.



Tarihte kopuş yaratan olayların nerede ne zaman başladığı tespit edilemez, aslında böyle bir başlangıç hiç yoktur. Yalnızca simgesel başlangıç noktaları önemlidir, eyleme geçen kolektif kuvvetler bu simgesel başlangıç noktalarını kendileri oluştururlar, o andan itibaren kolektif simgeler nesnel hakikatlere dönüşürler. Bizler için geçmişin büyük olayını –1970’lerin en büyük olayı olan 1 Mayıs 1977’yi– yeniden hatırlamak ve vaatlerini geleceğe aktarmak için harekete geçme ânı 1 Mayıs 2007’de başlayan Taksim meydanına yeniden çıkma mücadelesiydi. 1 Mayıs 1977’nin ölülerinin hayaletlerini yanı başlarımızda yoldaş kılarak Taksim Meydanı’nı yeniden kazanma mücadelesi üç yıl sürdü. Mesele o dönemin sorularına yeniden bağlanmak, o dönemin cevaplarını izlemek ve geçmişe takılıp kalmak değildi. Mesele, o dönemin kendi zamanı içindeki başkaldırısını izleyerek, bugünün başkaldırısının olanaklarını araştırmak ve bir kez daha devrimci siyasetin üzerinden yürüyeceği ortak duygulanımı inşa edebilmek için mekânın simgeselliğini hatırlamaktı. Çünkü Kazancı yokuşunda sıkışmış huzursuz ölülerin ruhları rahatlamadan, bizim ruhlarımız rahatlamadan özgürlük adına yola çıkan hiç kimsenin ruhu rahatlayamazdı. 2010 bir kez daha ülke tarihinin en görkemli 1 Mayıs’ına mekân oldu. Ancak hükümet üç yıl süren bu kazanımı gasp etmeye, Meydan’ı devrimci simgeselliğinden ve yeniden kol gezmeye başlayan hayaletlerden arındırıp kendi siyasal simgeselliğine uygun olarak dönüştürmek için başlattığı Taksim projesini gerekçe göstererek meydanı eylemlere kapattığını duyurdu. Lakin hayalet bir kez dolaşmaya başlamıştı. Çok değil sadece 1 ile 31 Mayıs arasındaki 30 günlük sürede Beyoğlu’ndaki eylem yasağını delme mücadelesinde ortaya konulan inat Gezi direnişinde doruğuna çıkarak Haziran İsyanına giden yolu açtı. 1 Haziran’da Meydanı dolduran milyonlar geçmiş tüm 1 Mayısların hesabını da gördü. 


Vaadi gerçekleşmemiş 1 Mayıs 1977’nin hayaletlerinin Taksim meydanında yeniden görünmesi, artık gerçekten de geçmiş olacak bir geçmişe veda töreni, başı dik bir saygı duruşudur Haziran 2013 isyanında. Haziran İsyanı, tam 15 gün boyunca Taksim meydanını barikatlarla koruyarak ele geçiren büyük olay, ne geçmişin bir tekrarı, ne de tarihsel bir devamıdır. Tarihten bir kopuştur. Artık verili şimdilerin tarihsel zorunlulukla, geçmişe dayalı açıklamalarına son verecek olan, artık bütün nedensellikleri isyandan sonranın tarihi olarak başlatacak olan uğraktır. Taksim meydanı kazanılmıştır. Hayaletler bize ıstırap değil sevinç veriyor artık, çünkü egemenlere yine musallat olmaya başladılar! Bu yüzden bu kadar dehşet içinde bu yüzden bu kadar saldırganlar. Sadece Taksim’e değil her yerde meydanlara her çıktığımızda yaşadığımız coşku da bundandır! 



6.

Taksim Gezi Komünü. Hangi hayaletler canlandı? Nerelerden geldiler? 1 Mayıs 1977’de 1 Mayıs Meydanı ismi verilen “işçi sınıfının kürsüsü” olarak taçlanan Taksim Meydanı’nın hemen yanı başında, dünyanın en büyük 10 şehrinden birinin ortasında kurulan kırk devasa barikatla çevrelenmiş bir komün. Meydan nasıl geçmişin hayaletlerini yeniden çağırmış ise, Gezi de geleceği şimdiden çağırmış bir geçici otonom bölge. Meydanda heba edilmiş isyanların, yenilmiş, bastırılmış devrimlerin hayaletleri dünyanın her yerinden çıktı geldi. Sınırlarıyla kendini kuran ülkelerin tarihinden kopuş ilan edildi. Haiti’den, Spartaküslerden, Paris’ten, Latin Amerika’dan, İngiltere’nin yoksul insanlarının 1649’daki beyannamesinden hayaletler geldi; huzursuz ruhlar. Cüretkâr ruhlar. Mülksüzleştirmenin, köleleştirmenin tarihinin kanla bastırdığı egemenlerin korkulu rüyası hayalet bedenler ve çatlak sesler kendilerini duyurdular. Barikatlar, komünün kendini egemenlerin topraklarından koparttığı uçurumlardı; her komün bir uçurumun ardında kurulur, egemenlerin atlamaya cesaret edemediği, atlasalar anında yok olacakları uçurumlar. Taksim Gezi Komünündeki yaşam ritmi egemenin coğrafyasından ve tarihinden isyanla koptu. İşte bu kopuşla başka bir toprak oldu. Bedenlerin egemenlik altında birbirine rakip edilen güçleri birleştiler. Gülümseme hizmet sektörünün elinden alınıp eşitler arasındaki asıl yerine döndü; kol gücü bir yaşamı birlikte yaratmanın bağlamında değerlendi, zihinler birleşip şarkıları sloganları yazdılar, hep birlikte nasıl hareket edeceğini düşündü ortak zekâ. Uçurum olan barikatların ardında, zaman tüm zamanları kucakladı, şimdiyi değiştiren komün geçmişi değiştirip geleceği inşa etmeye başladı. Hayaletlerin kol gezmesi bu yüzden bir metafor değil; hayaletler bedenini arayan kıvılcımlardı, bedenlerini buldular. Aynı anda tüm zamanların var olduğunu, bir toprak parçasının diğer toprak parçaları gibi dünyanın bir parçası olduğunu yaşadık. İlk kez gördük dünyayı! Bu toprakların yaşamaya değer yerler olduğunu ilk kez bu kadar içten hissettik. Çok güldük ve sevincimizden sessizce çok ağladık. Sınırsız, sömürüsüz, gökyüzünün altında, yaşamı milyonlarca yılda yaratan dünyayı dünya olarak ilk kez gördük. İlk canlı hücrenin denizlerde oluştuğu anı hissettik, o kadar taze o kadar eski. Diğer dünya anlarıyla hemen kucaklaşmamız bundan. Ölülerin dirilmesi bundandı. Ardından kovulduk, cennetten değil dünyadan kovulduk. Ancak komüncülerin bedenleri, dünyada oldukları anları unutmayacaklar. Zamanın ve dünyanın koynunda tüm yaşayanlarla birlikte uyudukları anlar, bilinci değil bilinçdışını yeniden icat etti. Dünyadan kovulduk ve ayağımızı bastığımız her yerin egemenlerin toprakları değil, dünya olduğunu anladık. Her beden artık bir uçurum, her beden egemenin toprağını elinden alıp dünyaya çeviren bir barikat! Yasa koyucu şiddet, kendini ezeli ebedi ilan etmek isterken uçurum, dünyayı ve dünyanın tüm zamanlarını kucaklıyor, diriltiyor. Yaşamın gücü egemenlere şöyle diyor her bir ağızdan: “Uçuruma bakarsan, uçurum da sana bakar.” 


7.


Hayaletler kol gezmeye başladı. İktidarın paniği başına musallat olan hayaletlerin hangi kolektif hafızayı çağırdığını çok iyi bilmelerindendir. Geçmişin gerçekleşmemiş vaatlerinin bir yenilenmesi, yeni vaatlerin sökün etmesi: Sömürünün olmadığı devletsiz bir yaşam mümkündür. Karşılıklı yardımlaşma, ortaklaşma, doğrudan demokratik bir öz-örgütlenme mümkündür. Farklılıklarımızla bir arada mücadele etmek, yeni bir yaşam kurmak mümkündür. Cinsiyetlerin ortadan kalktığı, egemen ahlakın yerle bir olduğu, yeryüzünün tüm canlılarının eşit olduğu, doğanın her bir unsurunun birbirine sevgiyle bağlandığı bir yaşam mümkündür. 


İsyanların ilk sekansı sokakları yangın yerine çevirip mücadele içinde bedenleri birbirine yakınlaştırır, yeni öznellikler yaratır. İkinci sekansı ise düşünceyi, siyasal kültürü ve örgütlenme kapasitesini yeniler. Bu ikinci sekansa artık geçtik: “Mücadeleye devam.” 


Ancak “bu daha başlangıç” dediğimizde neyin başlangıcını kast etmiştik? O haber verilmiş başlangıç oldu mu? Yoksa daha büyük başlangıçlar için henüz işin başında mıyız? Olaya, olayın vaadine sadakat, bu olayın asla tek seferlik olmadığını, yaşanmış ve bitmiş bir şimdiyle sınırlı olmadığını bunun daha başlangıç olduğunu ilan eden cüretkârlıkta tezahür ediyor. Bu sadece bir meydan okuma değil, kendini gerçekleştiren bir kehanet haline de geliyor. Çünkü bunu söyleyen ağızlar çoğaldığında başlangıçlar gerçekleşir! Direnişin daha ilk günlerinde Cemal Süreya’nın şu dizelerinin yeniden hatırlanması da tesadüf değildi: “Ama bir ağızdan tutturduğumuz gün hürlüğün havasını / İşte o gün sizi tanrılar bile kurtaramaz.” 






Herhangi bir siyasal istikrarsızlığın ya da ekonomik krizin tetikleyeceği bir küçük olay ya da sıradan görünen bir eylemle başlayıp tekrar koca bir direnişe dönüşebilecek o kadar büyük bir potansiyel, o kadar çok kırılmaya hazır fay hattı var ki... Sınıfsal, cinsel, etnik eşitsizlikler, yaşam alanlarına saldırılar, işsizlik, güvencesizlik, devletin pervasız şiddeti, hukukun alenen çiğnenmesi, her yerde keskin karşıtlıklar, her yerde antagonizma. Yeniden sokakların ne zaman şenleneceğini öğrenebilmek için bir kaç sene bekleyebiliriz belki de. Zira bu deneyimle biçimlenen bedenlerimiz görünürde gündelik rutinine dönse de kolay kolay eski gündelik hayata adapte olamayacak.

Belki de sırf bu yüzden cüretkâr olmak, ısrarcı olmak, ısrarcılıkta devamlılık göstermek ve nafile görünen amaçlar için yüksek hedeflerle hareket etmek gerekiyor. Şimdiye kadar yapılan da buydu zaten. Yerinde ve zamanında inat, ama bunu yapabilmek için her yerde, her seferinde, sonuç versin ya da vermesin hep inatçı olmak gerekmiş, eylemde inatçı olmanın antrenmanlarını bolca yapmıştık. Artık sürekliliğin, eylemde kararlılığın, anında refleks göstererek iktidarın hamlelerini hızla karşılamanın ve tersine çevirmenin, iktidarı sürekli taktik zafiyet içinde bırakmanın ne olduğunu biliyoruz. Karşısındaki direnişi, çok fazla ciddiye alan ve bu yüzden çok korkan bir iktidar var, fevri, ceberut, komplocu ve gaddar olması bundandır. 



8.

Bir kez yaşanan bu olay, bundan sonra olacakları tümüyle değiştirdi, artık bundan hiza almayacak hiçbir siyasi eylem mümkün olamaz.


Siyaset sokağa indi. Sokak siyasete çıktı. On yıllardır temsili demokrasi adı altında düzenlenen dört beş yılda bir sandığa kâğıt parçası atmak yoluyla yapılan çoktan seçmeli demokrasi piyesinin, esasında kimseyi tatmin etmediği ortaya çıktı. İnsanlar kendi hayatları üzerinde verilen kararların sahiplerine, sahipliklerinin sonunun gelmekte olduklarını hissettirdiler. Karar mülkiyetlerini ellerinde tutan egemenler ise, yönetmek ve idare etmek konusunda ne kadar beceriksiz olduklarını veya yönetmeye çalıştıkları çıkarların ne kadar halkın karşısında olduğunu günbegün kanıtladılar. Demokrasinin gerçek formları ortaya konmaya başlandı. Temsili olanın karşısında doğrudan ve katılımcı demokrasinin esasında ne kadar işler olabileceği ülke çapındaki forumlarda kanıtlandı, kanıtlanmaya devam ediyor.


9.


Yalnızlaştırıldığımız hücrelerimizde, “özel hayat” adı verilerek kutsanan korkmuş ve bencil hayat kalıplarının kolaylıkla yönetilebilmemiz için hazırlanmış bir tezgâh olduğunu hep beraber anladık. Kapitalizmin salık verdiği bireysel kurtuluşun aslında esaret olduğunu, sokakları inlete inlete söyledik: “Kurtuluş yok tek başına, ya hep beraber, ya hiç birimiz” şiarı hiç bu kadar inanarak söylenmemişti belki de. Komünal dayanışmanın hayata geçirilmesinin ne kadar kolay ve mutluluk verici olabileceğini farkına vardık. İçtiğimiz bu şerbetin tadı da, satın alınabilecek hiçbir şeyde yoktu. O tadın peşinde koşmak adına uzun ve güzel bir yola girdik. “Geçse de yolumuz bozkırlardan / Denizlere çıkar sokaklar.”* 


Komünal




*Murathan Mungan'ın Fırtına adlı şiirinden.



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder